Bazı günler çok ağır geçer.
İçinde bir kısıtlanmışlık hissi vardır.
Zaman akmak bilmez ne yapacağını bilemez insan kaybolur. Kaybolmuşluk kimine göre güzeldir.
Eğer yoğun bir günün arkasındaysa, zamanı yavaşlatmak adına hoş bir hikaye çıkabilir…
Sahi koşarak yaşamak yerine aslında yavaşlayarak yaşasak daha iyi olmaz mı?
Şöyle bir düşünün.
Denizin kıyısında iskelede oturmuşsunuz.
Adalardan size doğru yola çıkmış bir vapur.
Denizin köpüklerini yararak, güneşin ışığını içine çekerek, sanki geriye doğru esneyip, derin bir nefes alarak, gerinerek geliyor.
Endamlı… Çekilin ben geliyorum edasında..
Sonra etrafındaki martılar, insanların onlara attığı simitleri toplamanın sevincinde.
Bazı insanlar simit atarken, bazılarının gözleri uzak diyarlara dalmış.
Kim bilir bu yavaşlığın içinde nerde asılı kaldılar, ne zihinlerini süslüyor.
“Wuuuuuu” vapur sesi…
Gözlerde hüzün, gözlerde umut, gözlerde beklenti…
Yavaşlayarak yaşamak, koşmaktan çok daha tercih edilebilir gibi sanki…
Zamanın tadı, anın adı, zihninde kalır gibi…
Sanki içtiğin çayın tadı bir başka.
Tüm bunları algıladığın andır yavaşlama anı.
Yavaşlayarak yaşam aslında kendinde olduğun etrafı izlediğin insanların yüzlerinde bir sürü hikayeyi okuduğun, her bir hikaye içinde bir duyguyu çağırdığın zamandır.
İşte o an aslında seyirdesin, tıpkı bir vapurun denizde bıraktığı iz gibi, yaşamda kaldığındır…